Günlerdir Erzincan’ın İliç ilçesinde meydana gelen altın madeninin atık yığınının kayması sonucu işçilerimiz ve aileleri için büyük üzüntü duyarken bir de kaybettiğimiz doğamızla birlikte gördüğüm neslimizin sorumsuzluğu nedeniyle yok olan gençlerimizin ve çocuklarımızın geleceği içimi kararttı. Umutsuzluğa da kapıldım ilk kez bu kadar. Ne yazayım, nasıl yazayım diye düşündüm ve gerçekten hiçbir söz bulamadım günlerce. Benim yazmam da gerekmez ki… Bilim insanları yazmış, yöre halkı söylemiş, avukatlar savunmuş, sivil toplum çağrı yapmış…Kimse duymamış, kimse dinlememiş…
Ülkemin ormanlarının, ovalarının ve nehirlerinin bu kadar değersiz kabul edildiğine inanamıyorum. Halbuki meslek hayatım boyunca öğrendiğim ve bildiğim tek şey vardı. Bu ülkenin yer üstündeki doğal kaynaklarından elde edebileceğimiz kazancın bizim için, bizden sonraki nesiller için hatta belki de insanlığın kurtuluşu için bir servet olduğu. Üç kıtanın vitrini; biyolojik, kültürel, ekolojik ve genetik bir hazinenin üstünde oturduğumuz.
Düşündüm sonra; dağlarda arıcılık yapan köylünün o dağların çiçeklerinden elde ettikleri balların, meralarında otlayan keçilerin ve gurme keçi peynirlerinin piyasa değerini, dağlarda yapılan bilimsel ve eko-turizm faaliyetlerinin ne kazanç getireceğini, Fırat nehrinin içme, tarım ve sanayide kullanım su kaynağı olarak değerini, bozkırın endemik tıbbi ve aromatik bitkilerinden elde edilecek ilaç hammaddelerinin insanımızın sağlığı ve mutluluğu için kaç lira edeceğini, dağların kaç milyon metreküp suyu depolayabileceğini, göçün azalmasından, bilimin ve sanatın geliştirilmesinden, sağlık harcamalarının azalmasından, afet risklerinin önlenmesinden, iklim krizine adaptasyondan gelecek ikincil faydaların ne kadar olacağını, kaç Türk Lirası, kaç Amerikan Doları edeceğini….
Sonra yine düşündüm; doğaya yatırım yapmak bu vahşi altın madenlerinden daha fazla kazanç getirecek iken neden bu değil de yok oluş seçiliyor diye. Bu sorunun cevabı o kadar çok yönlü ki, herkes kendi çerçevesinden görüp, düşünüp pek çok cevap bulacaktır. Benim için gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarını insanıyla birlikte ucuz bulması. Gelişmekte olan ülkelerin de derdinin kısa sürede sıcak para bulması. Bu ülkeler kendi ülkelerinde kalan doğa parçalarının her parçasını bilimsel olarak maddi açıdan değerlendiriyorlar ve onarmak için yatırım yapıyorlar. Yasal düzenlemeler yaparak sıkı koruma tedbirleri getiriyorlar. Bilimsel gerçekler ne ise artık bu yüzyılda bu doğrultuda ilerlemek gerektiğini biliyorlar. Bizim gibi ülkelerin zengin biyolojik çeşitliliğinden elde ettikleri genetik bilgiyle de teknolojik olarak ilerliyorlar. Bunu yaparken kolay para kazanacakları kirli teknolojilerini gelişmekte olan ülkelere kaydırmaya devam ediyorlar. Bir taraftan iklim krizinde stratejik gücümüz olan biyolojik çeşitliliğimizi kaybediyoruz, diğer taraftan da beslenme ve sağlık için yine gelişmiş ülkelere bağımlı hale geliyoruz. Bu yoksul insanların ulaşabileceği bir şey değil üstelik. Sonuçta insanlığın büyük kısmını varlık içinde kıtlık, hastalık ve afetler vurmaya devam ediyor.
Öyle ya, doğaya yatırım yapmak kısa vadede kazanç getirmez. Uzun solukludur. Sektörler yavaş yavaş büyür. Zaman ister, bilgili insan ister, emek ister, tecrübe ister, sabırlı insan kaynağı ister, en önemlisi toplumsal ve politik kararlılık ister. Sonunda vadedilen adil ve sürdürülebilir bir büyümedir. Kim ister?